12 Ekim 2009 Pazartesi

Bir Hayat, İki Cenaze.

Çocukluğumdan beri, ölmeden önce, rüyamda cenazemi görebileceğimi bilirdim. Zaman zaman görürdüm de. Her ne kadar sabah kalktığımda hala yaşıyor olsam da, ne zaman ölümü içimde hissetsem; o gece uykumun derinliklerinde cenazemin kalktığı yerde dolaşır, hatta geç kalmışcasına bir heyecanla, cenazeme tüm gelenlerin üzgün yüzlerine hafif bir tebessümle bakardım. Ve ertesi sabah, gördüğüm rüyayı hatırlamaya fırsatım olmadan, ama onu gördüğümü anlayarak, bir anda uyanıp; güne, yaşamanın değil ama tüm sevdiklerimi bir arada görmenin heyecanıyla başlardım.

Yirmi dört yaşında, yıllardır yalnız yaşayan bir insanın göreceği rüya, hatırlanmaya değer. Bunu size ben söylüyorum. Altmış dört yaşında ölen. Ölürken yalnız olmayan ben. Şu yaşıma, yani öldüğüm yaşa kadar, sayısını hatırlamadığım kadar rüya hatırladım. İşte bunu hatırlıyorum. Ama sonra hepsini tekrar unuttuğum için, size şimdi hatırladığım tek rüyayı anlatacağım:

Yirmi dört yaşında, yıllardır yalnız yaşayan bir insanın yaşadığı oda, kitaplarla doludur. Ve müzik her zaman devam eder. İşte ben de öyle bir odada, hiç bitmeyen ve artık kaçıncı kez dinlediği bilinmeyen bir şarkının eşliğinde intihar ettim. Açıkça söylemek gerekirse, kafamda tasarladığım bir plan değildi bu. Her şey bir anda oldu. Sevgilinin kapısında yıllarca bekleyip bir anda kapının zilini çalar gibi, uykusuzluğuma çare olsun diye aldığım hapları da bir anda yuttum. Her şey ve hepsi bir anda. O anın daha önce gelmeyişinin belki de tek nedeni, annemin ve babamın ölümüme ne kadar üzüleceklerini bilmem, fakat bunu unutmaya cesaret edemememdi. (Yıllar sonra geriye baktığımda, hayatımda en çok ağladığım günün babamın öldüğü gün olduğunu hatırlıyorum. İkincisi ise annemin. Birini ötekinden daha çok sevdiğim için değil. Hayatım boyunca kardeş gibi gördüm onları. Ne ölümlerinden önce, ne de ölümlerinden sonra, ne onlara verdiğim, ne de onlardan aldığım sevgiyi ayırmadım.) Hapları yuttuğum anda, bana onları bir saniyeliğine bile olsun unutturan ise hiç öpemediğim sevgilimin yüzüydü. Ve ben o yüzü belki de rüyamda, belki de son bir yıldır, belki de ilk defa, belki de hiç görmeyecektim. Belki de ölümün yüzü yoktu ve ben ölümü gerçekten sevebilir, belki de onu gerçekten öpebilirdim.

“Gittiğim yerde müzik dinleyebiliyor muyum? Tanrım, söyle bana, orda müzik dinleyebiliyor muyum? Dinleyebiliyorsam eğer, umarım ordaki müzik kötü değildir. Çünkü kötü müziğin varlığı iyi müziğin yokluğundan her zaman daha kötüdür. Tanrım söyle bana, orda müzik dinleyebiliyor muyum?” Tanrı’ya, gelmeden ders vermeye başlamış, ona derslerini geçmesi halinde bisiklet alacağıma söz vermiştim ki, uyuyakaldım.

Rüyamda ailem, tüm akrabalarım, tüm arkadaşlarım, şiirlerimi ve beni uzaktan takip eden birkaç hayran, okulda beni görüp de bakışlarını kaçıran veya benim onları görüp de konuşmak istemediğim birkaç uzak dost, sayısı benim saniyedeki kalp atışlarımın sayısını geçmeyen tüm eski sevgililerim,( rüyayı ben gördüğüm için gelmiş olan, yoksa geleceklerini sanmadığım), ilkokuldaki öğretmenim(on bir yaşından beri görmediğim), Adolf Hitler, (sanınırım çocukken kavga ettiğim bir çocuğun kıyafetlerini giyen ve onla aynı boyda olan), ve kırmızı elbiseleriyle bir rock grubunu andıran ve sürekli yan yana duran Syd Barrett, Richard Wright ve Tezer Özlü vardı. Ve hiç yazmadığım vasiyetim üzerine hep bir ağızdan “Dance of the Bad Angels” şarkısını söylüyorlardı. Kendi tabutumu en önde görünce korkmadım değil, ama allahtan o sırada Tezer’in yanındaydım. Ona sarıldım. Cenazemde bir tek sevgilim yoktu, ki olmayınca da ben hep Tezer’e sarılırdım.


Bu anı pek hatırladığımı söyleyemem ama, bir aydır evimde kalan Amerikalı ev arkadaşım beni rüyamdan uyandırdı. Hayatımdaki belki de en büyük şanssızlık, o sabah ev arkadaşımın kirayı bırakmak için hiç yapmadığı halde odama girmesi ve aradığı hastenedeki görevlinin hemen, İngilizce konuşan birisini bulabilmesı oldu. Olaydan bir gün once bir arkadaşının ona mektup göndermek istemesi üzerıne kendi ellerimle ona verdiğim, üzerinde evimizin adresi yazan kağıdı yırtıp atmamış olmasından bahsetmiyorum bile. En büyük şansım ise, başka bir ülkede yaşayan annemle babamın, benim de özel çabamla, olaydan hiç haberdar olmamalarıydı. Yaşadıkları tek korku, üç gün boyunca çeşitli bahanelerle telefonlarına çıkmamam oldu.

Dört yıl sonra evlendim. İki yıl sonra boşandım. İki yıl sonra tekrar evlendim. Bu sırada hiç istemediğim işlerde de çalıştım, ama hep istediğim müzikleri dinledim. Hayatımı karartan kitaplar okudum. Ki onlar en güzelleridir. Ezberlediğim kitapların ilk baskılarını buldum, tekrar ezberledim. Yazarları tarafından imzalanmış olanlara tüm paramı verdim, tekrar ezberledim. Her cümleyi tekrar tekrar ezberlerken hep farklı ama hep istediğim müzikleri dinledim. Bindiğim taksilerde radyoyu kapattırmaya özen gösterdim. Sayısız vasıtayla, sayısız yolculuklara bindim. Ama ne binerken, ne de inerken, gidecek hiçbir yer olmadığını bildiğimi kendime tekrar söylemekten çekinmedim. Üç farklı ülkede, yedi farklı şehirde yaşadım. Çocuğum doğdu, çocuğum, benim intihar ettiğim yaşa gelmeden öldü. Çocuğum. Onun ölümüne, babamın benim ölümüme üzüleceği kadar üzüldüm. Annesi de öyle. Yine de hayatı bırakmadım, ona hep sarıldım, o beni sırtımdan bıçaklamadan, ben onu sırtından bıçaklayayım diye. Sonunda bunu aynı anda, aynı bıçakla yaptık. Sevgili otuz yıllık karım, çocuğumun annesi, her şeyim-1 ile ben, her şey-1 beraber intihar ettik.

O gece gördüğüm rüyada, sevgilimin yüzünü son kez gördüm. Cenazeme bir tek o gelmişti, ölen çocuğumla birlikte, onun eline tutarak. Öyle zannetmiştim bir anlığına, bir anda o olmadığını fark ettim: On yıldır yaşadığımız o ülkedeki, hem bana hem de o da başka bir ülkeden geldiği için o ülkeye yabancı, mezarlıkta çalışan bir kadın ve her şeye yabancı küçük oğlu. Karımla yakınlarımıza haber verilmemesi doğrultusunda yaptığım istek gerçekten kabul edilmiş, kimseye haber verilmemişti. Tanrı dualarımızı son kez kabul etmişti. Belki de son değildi.

Ve size şunu söyleyebilirim sevgili faniler, ve sana şunu söyleyebilirim ey sevgili fani, burada her şey o kadar güzel ki, istediğin müziği kulaklarında hissedebiliyorsun. Burada her şey o kadar güzel ki, uyuşturucu kullanmana gerek bile yok, ne müziği duyabilmek, ne de yaşamadığına dair bir kanıt aramak için. Burada her şey o kadar güzel ki, burada kimse yok, ama herkes burada seninle. Yokluklarıyla dahi. Burada her şey o kadar güzel ki, yalnızlık bile yok. Ne bir oda, ne bir ülke büyüklüğündeki. Burada her şey o kadar güzel ki, özgür olmak zorunda değilsin. Özgür olmak için savaşmak zorunda da değilsin bu yüzden. Burada ne yemek ne de açlık var. Her şey o kadar güzel ki, sadece lezzetli bir tokluk.. Burada hiç, ama hiç kimse yok. Burada, bu boşlukta, her şey öylesine güzel ki. Ve en güzeli, boşlukta olduğunu fark etmiyorsun bile.



Levent Sevi 11 Ekim 2009 Hisarüstü.

Hiç yorum yok: