27 Kasım 2010 Cumartesi
Hakkımdaki Ekşi Sözlük Entry'sine Cevaptır.
Söz konusu Nilgün Marmara şiiri, blogumda sağ tarafta bir köşe imgesi olarak durmakta ve altında Levent Sevi imzası bulunmamaktadır ve ben de hiçbir zaman o şiire benim şiirim deme cüretinde bulunmamışımdır. Blogda Nilgün Marmara'nın yanı sıra, Yehuda Amichai ve Cesare Pavese'den de alıntılar vardır. Herhangi bir blogda olabileceği gibi. Sami Baydar'dan sözde "arakladığım" iddia edilen şey ise, sevgili yazarın "Dünyadan Çıkış Yolları" adlı kitap ismini şiirime isim olarak vermem ve ona gönderme yaparak saygı duruşunda bulunmaktan başka bir şey değildir. Rilke'ye yaptığım göndermede kaynak belirttiğim ve bu edebiyatta çok rastlanan bir durum olduğu için bundan bahsetme ihtiyacı bile duymuyorum.
"okuyup sevdiği her dizeyi, cümleyi kendisine maleden (LS: "mal eden", demesi lazımmış tabi ki, neyse.) bir arkadaş, sanırım."
"sınır tanımaz bir şekilde, nilgün marmara, sami baydar, hatta rilke'den dememiş; yazdığı o tuhaf çeviri kokulu metinlere eklemleyivermiş!"
Bu iftiraların sadece "tırnak içine almak" ile ilgisi olduğunu -ne yazık ki- hiç ama hiç sanmıyorum. Bu suçlamaları kesinlikle hak etmediğimi bildiğim gibi. Sevgili "Edebiyat Polisi" beyefendi veya hanımefendiye, 2004 yılından bu yana çeşitli saygın edebiyat dergilerinde şiirleri yayımlanan bir şair olarak bu ağır emek hırsızlığı suçlaması ve okuyucuları yanlış bilgilendirmeden dolayı, cevap verme ihtiyacı hissettim. İlk ve umarım ki son olarak.
Levent Sevi
12 Ekim 2009 Pazartesi
Bir Hayat, İki Cenaze.
Yirmi dört yaşında, yıllardır yalnız yaşayan bir insanın göreceği rüya, hatırlanmaya değer. Bunu size ben söylüyorum. Altmış dört yaşında ölen. Ölürken yalnız olmayan ben. Şu yaşıma, yani öldüğüm yaşa kadar, sayısını hatırlamadığım kadar rüya hatırladım. İşte bunu hatırlıyorum. Ama sonra hepsini tekrar unuttuğum için, size şimdi hatırladığım tek rüyayı anlatacağım:
Yirmi dört yaşında, yıllardır yalnız yaşayan bir insanın yaşadığı oda, kitaplarla doludur. Ve müzik her zaman devam eder. İşte ben de öyle bir odada, hiç bitmeyen ve artık kaçıncı kez dinlediği bilinmeyen bir şarkının eşliğinde intihar ettim. Açıkça söylemek gerekirse, kafamda tasarladığım bir plan değildi bu. Her şey bir anda oldu. Sevgilinin kapısında yıllarca bekleyip bir anda kapının zilini çalar gibi, uykusuzluğuma çare olsun diye aldığım hapları da bir anda yuttum. Her şey ve hepsi bir anda. O anın daha önce gelmeyişinin belki de tek nedeni, annemin ve babamın ölümüme ne kadar üzüleceklerini bilmem, fakat bunu unutmaya cesaret edemememdi. (Yıllar sonra geriye baktığımda, hayatımda en çok ağladığım günün babamın öldüğü gün olduğunu hatırlıyorum. İkincisi ise annemin. Birini ötekinden daha çok sevdiğim için değil. Hayatım boyunca kardeş gibi gördüm onları. Ne ölümlerinden önce, ne de ölümlerinden sonra, ne onlara verdiğim, ne de onlardan aldığım sevgiyi ayırmadım.) Hapları yuttuğum anda, bana onları bir saniyeliğine bile olsun unutturan ise hiç öpemediğim sevgilimin yüzüydü. Ve ben o yüzü belki de rüyamda, belki de son bir yıldır, belki de ilk defa, belki de hiç görmeyecektim. Belki de ölümün yüzü yoktu ve ben ölümü gerçekten sevebilir, belki de onu gerçekten öpebilirdim.
“Gittiğim yerde müzik dinleyebiliyor muyum? Tanrım, söyle bana, orda müzik dinleyebiliyor muyum? Dinleyebiliyorsam eğer, umarım ordaki müzik kötü değildir. Çünkü kötü müziğin varlığı iyi müziğin yokluğundan her zaman daha kötüdür. Tanrım söyle bana, orda müzik dinleyebiliyor muyum?” Tanrı’ya, gelmeden ders vermeye başlamış, ona derslerini geçmesi halinde bisiklet alacağıma söz vermiştim ki, uyuyakaldım.
Rüyamda ailem, tüm akrabalarım, tüm arkadaşlarım, şiirlerimi ve beni uzaktan takip eden birkaç hayran, okulda beni görüp de bakışlarını kaçıran veya benim onları görüp de konuşmak istemediğim birkaç uzak dost, sayısı benim saniyedeki kalp atışlarımın sayısını geçmeyen tüm eski sevgililerim,( rüyayı ben gördüğüm için gelmiş olan, yoksa geleceklerini sanmadığım), ilkokuldaki öğretmenim(on bir yaşından beri görmediğim), Adolf Hitler, (sanınırım çocukken kavga ettiğim bir çocuğun kıyafetlerini giyen ve onla aynı boyda olan), ve kırmızı elbiseleriyle bir rock grubunu andıran ve sürekli yan yana duran Syd Barrett, Richard Wright ve Tezer Özlü vardı. Ve hiç yazmadığım vasiyetim üzerine hep bir ağızdan “Dance of the Bad Angels” şarkısını söylüyorlardı. Kendi tabutumu en önde görünce korkmadım değil, ama allahtan o sırada Tezer’in yanındaydım. Ona sarıldım. Cenazemde bir tek sevgilim yoktu, ki olmayınca da ben hep Tezer’e sarılırdım.
Bu anı pek hatırladığımı söyleyemem ama, bir aydır evimde kalan Amerikalı ev arkadaşım beni rüyamdan uyandırdı. Hayatımdaki belki de en büyük şanssızlık, o sabah ev arkadaşımın kirayı bırakmak için hiç yapmadığı halde odama girmesi ve aradığı hastenedeki görevlinin hemen, İngilizce konuşan birisini bulabilmesı oldu. Olaydan bir gün once bir arkadaşının ona mektup göndermek istemesi üzerıne kendi ellerimle ona verdiğim, üzerinde evimizin adresi yazan kağıdı yırtıp atmamış olmasından bahsetmiyorum bile. En büyük şansım ise, başka bir ülkede yaşayan annemle babamın, benim de özel çabamla, olaydan hiç haberdar olmamalarıydı. Yaşadıkları tek korku, üç gün boyunca çeşitli bahanelerle telefonlarına çıkmamam oldu.
Dört yıl sonra evlendim. İki yıl sonra boşandım. İki yıl sonra tekrar evlendim. Bu sırada hiç istemediğim işlerde de çalıştım, ama hep istediğim müzikleri dinledim. Hayatımı karartan kitaplar okudum. Ki onlar en güzelleridir. Ezberlediğim kitapların ilk baskılarını buldum, tekrar ezberledim. Yazarları tarafından imzalanmış olanlara tüm paramı verdim, tekrar ezberledim. Her cümleyi tekrar tekrar ezberlerken hep farklı ama hep istediğim müzikleri dinledim. Bindiğim taksilerde radyoyu kapattırmaya özen gösterdim. Sayısız vasıtayla, sayısız yolculuklara bindim. Ama ne binerken, ne de inerken, gidecek hiçbir yer olmadığını bildiğimi kendime tekrar söylemekten çekinmedim. Üç farklı ülkede, yedi farklı şehirde yaşadım. Çocuğum doğdu, çocuğum, benim intihar ettiğim yaşa gelmeden öldü. Çocuğum. Onun ölümüne, babamın benim ölümüme üzüleceği kadar üzüldüm. Annesi de öyle. Yine de hayatı bırakmadım, ona hep sarıldım, o beni sırtımdan bıçaklamadan, ben onu sırtından bıçaklayayım diye. Sonunda bunu aynı anda, aynı bıçakla yaptık. Sevgili otuz yıllık karım, çocuğumun annesi, her şeyim-1 ile ben, her şey-1 beraber intihar ettik.
O gece gördüğüm rüyada, sevgilimin yüzünü son kez gördüm. Cenazeme bir tek o gelmişti, ölen çocuğumla birlikte, onun eline tutarak. Öyle zannetmiştim bir anlığına, bir anda o olmadığını fark ettim: On yıldır yaşadığımız o ülkedeki, hem bana hem de o da başka bir ülkeden geldiği için o ülkeye yabancı, mezarlıkta çalışan bir kadın ve her şeye yabancı küçük oğlu. Karımla yakınlarımıza haber verilmemesi doğrultusunda yaptığım istek gerçekten kabul edilmiş, kimseye haber verilmemişti. Tanrı dualarımızı son kez kabul etmişti. Belki de son değildi.
Ve size şunu söyleyebilirim sevgili faniler, ve sana şunu söyleyebilirim ey sevgili fani, burada her şey o kadar güzel ki, istediğin müziği kulaklarında hissedebiliyorsun. Burada her şey o kadar güzel ki, uyuşturucu kullanmana gerek bile yok, ne müziği duyabilmek, ne de yaşamadığına dair bir kanıt aramak için. Burada her şey o kadar güzel ki, burada kimse yok, ama herkes burada seninle. Yokluklarıyla dahi. Burada her şey o kadar güzel ki, yalnızlık bile yok. Ne bir oda, ne bir ülke büyüklüğündeki. Burada her şey o kadar güzel ki, özgür olmak zorunda değilsin. Özgür olmak için savaşmak zorunda da değilsin bu yüzden. Burada ne yemek ne de açlık var. Her şey o kadar güzel ki, sadece lezzetli bir tokluk.. Burada hiç, ama hiç kimse yok. Burada, bu boşlukta, her şey öylesine güzel ki. Ve en güzeli, boşlukta olduğunu fark etmiyorsun bile.
Levent Sevi 11 Ekim 2009 Hisarüstü.
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Mahmoud Dervish
30 Kasım 2008 Pazar
Sahilde İki Çocuk.
Bütün öyküleri yazıp tükettim ve anılar kaldı geriye. Gerisi derken, ilerisinden bahsediyorum. Henüz gelmeyen zamandan. Henüz gelmiş zamanı anlatan. İki çocuğun hikayesinden bahsediyorum. Herhangi iki çocuktan değil ama. Bir zamanlar beraber bulutlara çıkabilmiş iki çocuktan. Bir tanesi bütün öyküleri yazıp tüketti, diğeri zannetmeyin ki gitti, burada hala.
Önümüzde bir deniz: Denize uzun uzun bakmayı severdi, ve bunu bilirdi. Denize bakmayı sevdiğini bildiği için, daha çok bakardı denize ve daha çok severdi bakmayı denize. Turuncunun bir rengi olan paltosundan, turuncunun bir rengi olan öfkesini çıkarıp bıraktı ilk önce denize. Köpürdü deniz. Uzun zamandır kurtulmak istiyordu öfkesinden. Sonsuz suların yeşile mavi sonsuzluğundan faydalanabileceğini, ve kimsenin bu hareketini görmemesi halinde, öfkesini sonlandırabileceğini düşünüyordu. Kimse görmemiş olsaydı, haklı olabilirdi.
Bütün öyküleri yazıp tüketen adamın hikayesi: Ölmüştü, ve ne yazık ki gömeni yoktu. Belki birisine rastlarım umuduyla sahil sahil geziyor, yalnızlığına bir çare arıyordu. Çünkü anılar kalmıştı geriye:(Yazı yazmayı bazen hayattan daha çok seviyor, ve bunu hayalleri hayattan daha çok sevmek, hatta; hayalindeki ölümü hayattan daha çok sevmek, hayatı artık pek sevemiyordu da denilebilir, kadar rahat bir şekilde yapıyor, hayatını yazıya, yazıyı hayallerine dönüştürüyordu.) Görmediği hiçbir deniz kalmamıştı: Kendi dünyasının tüm denizlerini görmüş, fakat bu denizler onu o beklediği sonsuzluğa değil de, gene kendi dünyasının sınırlarına götürmüştü. Artık başka çaresi kalmamıştı. Ya kendini bulduğu ilk denize atıp hayatını sonlandıracak, ya da başka bir insanın kendi dünyasının denizinden yanlışlıkla gelip onu görmesini bekleyecek, ve görmesi halinde, o kişiye otostop çekip, birlikte onun dünyasında, onun ülkesine, onun şehrine, ve son olarak da onun denizine gideceklerdi. Adam, kendi dünyasının kendi çocukluk zamanına göre tam 55 sene birisinin kendi denizine gelmesini bekledi.
Denizin öfkesi: Çocuk, hayatının her döneminde sırtında ona yük olmuş, ona artık fazla gelen, bir an evel kurtulmak istediği şeyin, aslında onu aynı zamanda tamamlayan, ve kendi dışındaki her şeyle birleştiren şey olduğunu henüz bilmiyordu. Öfkesini denize intihar edermişcesine attığında, çok farklı biriydi artık. Turuncunun bir rengi paltosu solmuş, turuncu saçları, turuncu yanakları ve onları aleve veren kırmızı dudakları renklerini kaybetmiş, ve işin en kötü tarafı, bir saniye içinde tam 20 yaş büyümüştü. Ve 24 yaşında, ilk defa turuncunun rengi olan bir deniz görüyordu. Deniz ona bakıyor, onu izliyor, tekrar ona bu sefer uzun uzun bakıyor, ama artık bir kadın olmuş çocuk, denize kendine bakar gibi bakıyor, ama denizin öfkesinden başka hiçbir şey görmüyordu.
Bütün öyküleri yazıp tüketen adamın yeni hikayesi: Adam, 55 acı, sefalet ve umut dolu senenin sonunda, önünde beklediği denizin ilk defa köpürdüğünü gördü ve beklemekten vazgeçip kendini denize attı. Fakat bunu intihar eder gibi değil, doğumgünü pastasını üfler, yeni bir aşka başlar, kendi çocuğunun doğumunu izler gibi yapmıştı: Ve boğulmadı. Yürüdü. Yürüdükçe denizin renginin değiştiğinin ayrımına varıyor, küçük bir çocuk gibi seviniyordu. Yedi ayrı renk gördü. Turuncunun bir rengi olan o rengi gördüğünde artık çocuktu, ve bir çocuğun her zaman tanık olmayacağı bir sahneye tanık oluyordu. Denize sırtını dönmüş bir kadın intihar ediyordu. Kadının solgun yüzü ve eski püskü kıyafetleri, çocuğun 55 senelik acılarının bir resmiydi sanki. O an ona hüzünle baktı: Kendi yaşadıklarının hüznüyle. Onu kurtarmak da istedi. Kendini kurtarır gibi. Çocuksu aşkın, kendine, şu yaşadığımız dünyaya ve hiç yaşamadığımız dünyalara, karşında gördüğün çocuğa, ve gene kendine acıma hissinden çok, tüm bunları resmeden şairin kendi hayallerine olan saygısından doğduğunu düşündü ve koşmaya başladı.
Son ve çocukların bulutlara tekrar çıkışı: Deniz kendisinde kadını görüyor, fakat kadın orada olduğunu bir türlü anlamıyordu: Çabuk büyümüştü. Gözlerini kamaştıran denize sırtını döndü ve birdenbire, ve aniden, ve işte o an, o eşsiz an, karşısında ona doğru koşmakta olan çocuğu gördü. Çocuk hızla ona doğru geliyor, yüzünde pek de çocuklara özgü olmayan sinsi bir gülümseme, elinde turuncunun rengi olan bir kalem, gittikçe kadına doğru yaklaşıyordu. Çocuk kadının yanına hızlı hızlı nefes alıp vererek vardığında, kadın çocuğun onu denize ittiğini fark etmedi bile.
Denizden turuncunun bir rengi olan sular içinde çıktığında çocuk, henüz suyun içindeyken başladığı şeye devam ediyor, dünyaya yeni gözlerini açan bir bebek gibi merakla denize bakıyordu. Turuncunun bir rengi olan paltosu, turuncu saçları, turuncu yanakları ve onları aleve veren kırmızı dudakları beraber tüm vücuduyla, tüm ruhuyla ve tüm benliğiyle diğer çocuğa döndüğünde, çoktan el ele tutuşmuşlardı denize bakan ve yosunu koklayan sahilde. Çocuk cebinden öfkesini çıkarıp adama gösterdi. Çocuk cebinden ilk yazdığı öyküyü çıkarıp kadına verdi. Sahilden bulutlara doğru el ele çıkarlarken, anıların ne kadar uzağında iseler, birbirlerinin de o kadar yakınında olmak istediler: Yeni bir öyküye işte bu duygularla başladım.13 Mayıs 2008 Salı
Tezer Özlü.
13 Mart 2008 Perşembe
Tezer Özlü.
27 Ocak 2008 Pazar
15 Ocak 2008 Salı
bana gene o mutluluğu verir misiniz?"
Varsayılan tüm yerlerden geçtim. Şu ana kadar. Çocukluğumu içine katmayı bir türlü hazmedemediğim yolculuğum. 2001-2008. Bir uçağın alıp götürdüğü mezartaşı. İçinde yatan gençliğim. Mezarın dışında, ama sadece yazılarla var olan, sadece yazılarla yürüyen bir adam. Ve tarihsiz. Ve zamansız. Onca okul, onca ev, onca otobüsten kalan tek bir anı. Yorgunluğum. Sadece kendi yorgunluğumu değil, geçtiğim okulların, evlerin, otobüslerin de yükünü taşıyorum omuzlarımda. Atlas benim. İçlerindeki her insanın. Her varlığın. Her nesnenin. Her benin. Gördüğüm her göz, dokunduğum her eşya, artık bana unutma isteğinden başka bir şey hatırlatmıyor. Öğretmiyor. Ama ne kadar yol alırsam, o kadar geri gidiyorum. Kendi miladıma. 2001 yılına. Aslında ben mutlu olduğum zamanlar, o nadir zamanlar, geleceği yaşıyor, sadece geleceği düşlüyorum. Şu anım yok. Çocukluğum hariç, mutlu olduğum bazı zaman parçalarını hatırlıyorum, mutlu olduğum bir anı çok özlüyor, fakat anımsayamıyorum.
Bunca şeye rağmen hala nasıl gülebiliyorum, nasıl arkadaşlarımla şakalaşıp, nasıl dans edebiliyorum. Nasıl aşık olmak istiyorum. Nasıl mutlu olmaya çalışıyorum. Dün dahil koskoca yedi yılı hatırlamamaya çalışarak. Unutarak. İçimde bir tek çocukluğumu bırakmaya çalışarak. Küçük Leventiko'yu. Büyümeye çalışan Levo'yu. Belki de bu yüzden şiir yazıyorum. Belki de bu yüzden misketlerimi saklıyorum. O dünyanın artık çok uzak olduğunun nasıl da farkındayım. Ama ben o dünyanın sınırsız mutluluklarını yaşadım. Son yedi yılın acı dolu dünyasını yaşadığım gibi. İkiye ayrılmış ruhum, yaşam umudunu da, ölüm umutsuzluğunu da yan yana taşıyor. Birbirlerini yok etmeye çalışan, bir anne karnındaki iki cenin gibi.
Bu savaşın bittiği gün, kendime şöyle diyeceğim: Artık tekrar çocuksun. Yanımda kardeşim de olur belki, ve sokağa çıkıp top oynarız, güneş batana, ve annem yemeğe çağırana kadar bizi. Veya çok sevdiğim birisine anlatırım bu düşümü. Artık yolculuk etmiyorken. Çocuklarım evde top oynuyorken. Belki bir öğlen uykusunda. Sonsuza dek sürecek bir düşü düşlerim. Şu sözcükleri sıraladığım değersiz anı hatırlamaksızın.
13 Ocak 2008 Pazar
"Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarlağım çevresinde dönen bir yolculuğun.
Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum."